
BANKALAR
HAZİRLAYAN DOĞAN LALE
BANKACILIĞIN TARİHÇESİ
Bankacılık tarihinin incelenmesi, bugün yerleşik kurum ve kurallara uygun olarak kendiliğinden yaptığımız işlemleri daha iyi anlamamızı ve günümüzde uygulanan karmaşık finansal sistemlere hangi aşamalardan geçilerek ulaşıldığını görmemizi sağlayacaktır.
Mevduat kabulü ve kredi olarak kabul edebileceğimiz ilk bankacılık işlemlerinin MÖ. 2000 yılında Babil’de başladığı, ilk bankaların tapınaklar, ilk bankacıların da rahipler olduğu söylenir. Banka hukuku tarihçileri, tapınaklar en güvenilir yerler olduklarından pek çok kimsenin değerli eşyalarını, para gibi kullanılan nesnelerini, tapınaklara bıraktıklarını, bunlara Tanrılara sunulan armağanların da eklenmesiyle, rahiplerin ellerinde büyük birikimlerin oluştuğunu söylerler. Oluşan bu birikimlerin rahipler tarafından ihtiyacı olanlara bazı güvenceler karşılığında ödünç verildiği ve daha sonra hediyesi (faizi) ile birlikte geri alındığı belirtilmektedir. Bu faaliyetler tarihçiler tarafından bir çeşit ilkel bankacılık olarak nitelendirilmektedir.
Babil’de olduğu gibi, eski Yunan Site Devletlerinde de tapınaklar, kredi ve mevduat kabulünün yanı sıra, kambiyo işlemlerinin yapıldığı yerler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bir paranın diğerine çevrilmesi işlemi tapınaklarda rahipler tarafından yapılmaya başlanmıştır. Kambiyo (Exchange) olarak isimlendirilen bu tür işlemler, siteler arası ticaretin o dönemde gelişmesi sonucu, bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü, her sitenin kendine özgü sikkesi, diğer site tarafından kabul edilmediğinden, bir tür değişim mekanizmasının kurulması gerekmiştir. Bunu da tapınaklarda görevli rahiplerin yapmaya başladıkları, araştırmalar sonucunda anlaşılmıştır. O dönemde, rahipler tarafından kambiyo işlemlerinin yapılmaması halinde, siteler arası ticaret gerçekleşemezdi.
Sikkelerin saklanmak üzere tapınaklara kabulü “mevduat”; bu sikkelerin ihtiyacı olanlara fazlasıyla iade edilmek üzere verilmesi de “kredi” benzeri kurumların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Daha sonraları ilk defa Yunanistan’da laik bankacılık görülmüştür. Laik bankacılık “Trapezit” ler tarafından yapılmaya başlanmıştır. Yapılan araştırmalar sonucunda; din adamlarının en büyük rakibi olan Trapezit’lerin MÖ. 4.yüzyıl civarlarında ortaya çıktıkları tarihçiler tarafından söylenmektedir. “Masa”, “Tezgah” kelimesinden türeyen “Trapez” çok sonraları Akdeniz ülkelerinde görülen “Banker” kelimesinin öncüsüdür. Çünkü, banker kelimesi de Latince tezgah anlamına kullanılan “Bank” dan gelmektedir. Trapezitlerin %12 - 14 faiz ile ödünç verdikleri söylenmektedir.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışını izleyen dönemde ticarette önemli düşüş görülmüş, buna karşılık tefecilik yaygınlık kazanmıştır. 12.yüzyıla ulaşıldığında ise, ticaretin Akdeniz siteleri ile Bruges, Anvers ve Lübeck’in yönetimindeki Hansa Birliğine dahil kentlerde ve fuar açılan (Champague gibi) yerlerde yoğunlaştığı görülmüştür.
O dönemdeki gelişme ile birlikte, bugünkü emre muharrer senede, yani bonoya çok benzeyen “Cambiale” mektubu ortaya çıkmıştır. “Cambiale” bankacılığın da gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.
Cambiale’nin düzenlenmesine sebep, güvenlikten yoksunluk dolayısıyla bir siteden diğerine veya bir kentten ötekine para yollamanın veya beraberinde götürmenin tacir için tehlikeli olmasıdır. Bir yabancı site veya kentte ticaret yapmak isteyen tacir, kendi ülkesindeki para değişimi ile uğraşan cambsora başvurup, gerekli parayı ona öder, cambsor da cambiale’yi yazıp tacire verir. Cambiale Mektubunda, tacirden paranın alındığı, komisyon ve masraflar düşüldükten sonra kalan tutarın ödeme yerinde mektubu ibraz edene veya yetkilendireceği kişiye bizzat veya temsilcisi aracılığı ile ödeneceği vaat edilmekteydi. Böylelikle ödeme yerinde cambiale paraya dönüştürülüp, mal alınabiliyor veya bir borç kapatılabiliyordu. Aynı yöntem doğu ülkelerindeki kiliselerin masraflarını karşılamak için de kullanılmıştır.
Sistem tam bir banker olan Cambsoru ve “Kliring”i yaratmıştır. Çünkü cambsorlar veya adamları arasındaki hesaplaşma “Kliring” ile yapılmıştır.
Önceleri bir ödeme yöntemi olarak görülen cambiale, daha sonra kredi ile de işlemeye başlamıştır. Şöyle ki, vade farkını almak şartı ile cambsor mektubu tacir kendisine ödeme yapmadan da yazmaya başlamıştır.
Gerek mevduat kabulü ve gerekse kredi verilmesi işlemleri, önceleri tanıklar önünde yapılan bir sözlü anlaşma olarak yapılmakta iken; daha sonraları 13. ve 14.yüzyıllarda, anlaşmanın önemli hükümlerini içeren “Holograph” belgesi hazırlanmaya başlanmıştır. Bu belgede, mektubun imzacısı (keşideci, tanzim eden), muhatap durumundaki bankere, belirli bir miktardaki parayı, belirlenen bir tarihte, lehtara ödemesi için havale talimatı vermektedir. Bugünkü poliçeye benzeyen bu mektup, önceleri tedavül edemiyordu. Poliçe ve çek 16.yüzyıldan 18.yüzyıla kadar geçen sürede modern şeklini alırken, mevduat ve kredi bankacılığı da iyice yerleşmiştir.
Belirtilen süreçte, bankerlik kuşaktan kuşağa geçmiş ve banker aileler ün kazanmaya başlamışlardır. Büyük tacirler, ticaretin yanı sıra kredi vermeye veya özellikle Londra piyasalarında olduğu gibi poliçede “kabul” lerini satmaya başlamışlardır. İşte “Merchant Banker” veya “Merchant Bank” kavramları da böyle çıkmıştır.
Piecerza, Siena, Lucca, Floransa ve özellikle Lombardia bankerleri o dönemde büyük üne sahip olmuşlardır. Hatta bugün bile senet ve emtia avansı kredisi “Lombard” işlemi diye anılmaktadır.
Bankacılık o dönemde bir takım darbelere de uğramıştır. Borç alanlar arasında krallar ve devletler olduğundan, borç büyüdükçe emirnamelerle borç silinmesine gidildiği gibi, alacaklı banker ailelerin malvarlığına da elkonulduğu olmuştur.
Ailelerin bankerlik mesleğini kurumsallaştırması, bankayı ortaya çıkarmıştır. İlk kurulan bankalara örnek olarak; “Casa di San Giorgio” (Cenova 1407), “Banco della Piazzi di Rialto” (Venedik 1587), “Banco Giro (Venedik 1617)” gösterilebilir.
Daha sonra Amsterdam, Paris ve Hamburg başta olmak üzere çeşitli kentlerde bankalar açılmıştır. 18.yüzyıla ulaşıldığında bankalar bütün Avrupa’ya yayılmıştır.
18.yüzyıl ile 20.yüzyıl arası Avrupa ülkelerinin köklü bankaları kurup geliştirdikleri, merkez bankacılığına geçtikleri ve bankaya ilişkin hukuki düzenlemeleri yaptıkları dönemdir.
İlk banknotun 1609’da Amsterdam bankasınca tedavüle çıkartıldığı iddia edilmektedir. Ancak, bu emisyon mecburi tedavüle dayanmamaktadır. Nitekim, İngiltere'de de aynı yıllarda kuyumcular kendilerine yatırılan madeni paralar karşılığında kağıt para çıkarabiliyorlardı.
Ulusal emisyon bankalarının ilkinin “Rigsbank” (İsveç) olduğu belirtilmektedir. İngiltere’de herhangi bir imtiyaza sahip olmadan “Bank of England” 1829’a kadar hazine yararına banknot ihracı ile yetkilendirilmiştir. 1844 “Bank Act” bu imtiyazı o tarihe kadar ihraç yetkisini kullanan bankaların tekeline vermiştir. Fransa’da “Banque de France” 1848’de imtiyaza sahip olmuştur. ABD’de uzun süre serbest olan banknot çıkarma yetkisi 1863’de “National Bank Act” ile düzenlenmiştir. Sovyet Rusya’da ise 1921’de kurulan “Gosbank”, hem emisyon yetkisine sahip ve hem de kısa vadeli kredi veren tek kuruluştur.
Böylece rahiplerin tapınaklarda yaptığı mevduat kabulüne benzeyen emanet (vedia) ve krediye benzeyen ödünç işlemlerinden günümüzdeki çok yönlü bankacılığa ulaşılmıştır.
TÜRK BANKACILIĞININ TARİHİ GELİŞİMİ
Türkiye’de bankacılığın tarihsel gelişimi yedi dönemde incelenmektedir: Osmanlı İmparatorluğu
Dönemi (1847 – 1923), Ulusal Bankalar Dönemi (1923 – 1933), Kamu Bankaları Dönemi (1933 – 1945), Özel Bankalar Dönemi (1945 – 1960), Planlı Dönem (1960 – 1980), Serbestleşme ve Dışa Açılma Dönemi (1980 – 2002), Yeniden Yapılandırma Dönemi (2002 – 2007)1.
1. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi (1847 – 1923)
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kağıt para 1840 yılında bütçe açıklarını kapatmak için çıkarılmıştır. O dönemde sürekli açık veren Osmanlı Hazinesi’nin kaynak ihtiyacının karşılanması amacıyla, Kaime adı verilen paranın miktarı kısa sürede önemli oranda artırılmıştır. Sürekli dış ticaret açıkları verilmesinin de etkisiyle birkaç yıl içerisinde kaimelerin yabancı paralar karşısındaki değeri önemli ölçüde düşüş göstermiş, bu nedenle ithalatın finansmanı için dış piyasalardan kaynak bulunması zorlaşmıştır. Bu durum hükümeti, kaimelerin dış değerinin korunması için çareler aramaya sevk etmiştir. 1845 yılında Galata Bankerlerinin ileri gelenlerinden ikisiyle anlaşma yapılarak Osmanlı ithalatının finansmanın sabit bir döviz kuru üzerinden, bu bankerler tarafından dış mali piyasalara yazılacak poliçeler karşılığında finanse edilmesi uygulaması başlatılmıştır. Bu anlaşma 1847 yılında yenileneceği sırada, bankerler hükümetten aynı işlevi yerine getirmek üzere bir banka kurmalarının kabulünü istemişler ve bu istek kabul edilmiştir.
Bu şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk banka 1847 yılında Galata Bankerleri tarafından İstanbul Bankası (Banque de Constantinople) adıyla kurulmuştur. Ancak, bu banka çok uzun bir süre çalışamamış, 1852 yılında faaliyetlerine son vererek, tasfiye edilmiştir. İstanbul Bankası faaliyetlerinin sona erdiği tarihe kadar kaimelerin dış değerinin sabit kalması yönünde önemli katkılarda bulunmuştur.
Türk Bankacılığı açısından ilk önemli hukuki metin ise, faiz oranlarını sınırlayarak tefeciliği önlemek amacıyla 1852 yılında çıkartılan Murabaha Nizamnamesidir. Birçok değişikliğe uğrayan, Cumhuriyet döneminde de uygulanan nizamname 01/01/1957 tarihinde Türk Ticaret Kanununun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.
İstanbul Bankasının kısa süren faaliyet dönemi dikkate alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nda bankacılığın 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası ile başladığı kabul edilir. 1863 yılında Fransız sermayesi, 1875 yılında da Avusturya sermayesi bankaya ortak edilmiştir.
Dış borç alınmasında dönemin Osmanlı Hükümeti ile yabancı sermaye arasında aracılık etmek amacıyla kurulan Osmanlı Bankası, 1863 yılında Padişah Fermanı ile kendisine tanınan imtiyaz uyarınca, bedelini altın olarak ödemek üzere kağıt para çıkarma hakkını da elde etmiştir. Ayrıca banka, devletin hazine işlemlerini sürdürerek, yurt içinde ve yurt dışında devletin mali acentesi olarak çalışmıştır.
Osmanlı Bankası tarafından çıkartılan kağıt paranın halk tarafından benimsenmemesi nedeniyle banka, ekonominin likidite ve kredi hacminin belirlenmesinde etkin bir rol oynayamamıştır. 1863 yılında yapılan anlaşma ile Osmanlı Devleti, gelirlerini Osmanlı Bankası’na yatırmayı, ödemelerini de bu banka aracılığıyla yapmayı, iç ve dış borçlanma tahvillerini Osmanlı Bankası aracılığıyla çıkarmayı; her yıl bütçenin bir örneğini Bankaya vermeyi ve olağanüstü durumlar dışında bütçede yer alan harcamaların üstünde harcama yapmamayı kabul etmiştir. Yanı sıra,
Bankaya devlet bütçesini denetleme yetkisi de verilmiştir. Bütün bunların karşılığında Banka, hükümete teminat karşılığı kısa vadeli avans vermekle yükümlü tutulmuştur.
Osmanlı Bankasının yanı sıra, İmparatorluğun yıkılışına kadar kurulan diğer yabancı sermayeli bankaların ana faaliyet alanı Osmanlı Hazinesi için iç ve dış borç temini ve bunların ödenmesiyle ilgili işlemlerle uğraşmak olmuştur. Bu nedenle Osmanlı dönemi bankacılığı için “borçlanma bankacılığı” nitelendirmesi yapılmıştır.
1875 yılında Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödeyemez duruma düşmesinin ardından, Düyun-u Umumiye kurulmuş ve İmparatorluğun dış borçlarının idaresi bu kuruluşa devredilmiştir. Osmanlı gelir kaynaklarının uluslararası bir kuruluşun denetimine geçmesi Avrupalı sermayedarlara yeterli güvence sağladığından, özellikle 1881’den sonra İmparatorlukta birçok yabancı banka kurulmuştur. Yeni kurulan bu bankaların temel işlevi, Osmanlı hükümetinin yaptığı iç ve dış borçlanmalardan ve döviz işlemlerinden spekülatif kazançlar sağlamak ve İmparatorlukta yatırım yapan yabancı sermaye kuruluşlarını kredilendirmek olmuştur.
Bir Osmanlı aydını olan Mithat Paşa, Tuna valiliği sırasında, o dönemde yeni yeni gelişmeye başlayan milliyetçilik akımları doğrultusunda, ülke için çok önemli bir teşebbüste bulunmuş ve tarımla uğraşanlara az faizle kredi vermek amacıyla bir örgüt kurmuştur. 1863 yılında Pirot kasabasında ilk kooperatifçilik denemesine başlamış ve tarımsal kredi veren sandıklar faaliyete geçmiştir.
Bu sandıklar, ilk milli bankanın temelini oluşturmalarının yanı sıra tarım kredisi ile uğraşmaları bakımından da önem taşımaktadırlar. Çünkü daha önce yabancılar tarafından kurulmuş olan bankaların tamamı ticari kredi ile ilgili çalışma yapmaktaydılar.
1867 yılında bu sandıklarla ilgili “Memleket Sandıkları Nizamnamesi” yayınlanmıştır. Memleket Sandıkları Nizamnamesi hukukumuz açısından büyük önem taşımaktadır. Bu nizamname, ilk kooperatifin olduğu kadar ilk bankanın da hukuki metni olma özelliğini taşır.
Memleket Sandıklarının bankacılık açısından bir diğer önemi ise, tarım kredisinin yanı sıra, küçük paralara ihtiyaçları olanlara menkul rehni karşılığında ödünç vermeyi başlatması ve bu amaçla İstanbul Emniyet Sandığı’nın kurulmasıdır.
Memleket Sandıklarının sermayesi başlangıçta imece usulüyle, ardından da köylünün mal varlığı ile orantılı olarak sandığa buğday vermesiyle sağlanmaya çalışılmıştır. Zaman içinde bu sermayenin toplanmasında güçlükler yaşanması ve kredilerin verilmesinde çeşitli yolsuzlukların saptanması nedeniyle, 1883 yılında Nizamnamede bazı düzeltme ve ekler yapılarak “Memleket Sandıklarının” adı “Menafi Sandıkları” olarak değiştirilmiştir.
Kısa bir süre sonra, bu sandıklarda toplanan kaynakların kullanımı ile ilgili olarak bazı şüphelerin belirmesi üzerine, 1888 yıllında yayınlanan nizamnameyle bu sandıklar dağıtılarak, tarımsal kredilendirmeyi devlet denetimine alacak olan Ziraat Bankası kurulmuştur. İlk devlet bankası sıfatıyla kurulmuş olan Ziraat Bankası’nın sermayesi, menafi sandıklarının alacaklarının devir alınmasıyla oluşturulmuştur.
1908 yılında ilan edilen II.Meşrutiyet ile gelişen milli ticari kurumlara ve bankalara sahip olma düşüncesi milli sermayeli bankaların birbiri ardına kurulması sonucunu doğurmuştur. Bunlar çoğunlukla Anadolu’da kurulan yöresel bankalardır[2][3]. Bu nedenle yöresel bankacılığımızın tarihi milli bankacılık tarihimizle birlikte başlamıştır.
Yöresel bankacılık hareketinin ortaya çıkmasındaki temel neden, ülke içinde birikmekte olan sermayeyi ulusal ticareti geliştirmek amacıyla kullanmaktır. Kurulan ulusal bankaların kredi uğraşları daha çok ticari kredi, esnaf kredisi, tarımsal kredi, emlak kredisi ve tüketim kredisi biçiminde olmuştur. Bu bankaların pek çoğunun kurucuları, Avrupa’ya hammadde ihraç eden veya bu ülkelerden sanayi ürünü ithal eden tüccar ve çiftçilerdir.
Özet olarak; Osmanlı İmparatorluğu döneminde banka hukukundan söz etmeye imkan yoktur. Bankalar, özellikle yabancı sermayeli olanlar, tam bir serbesti içinde ve tamamen ticari kredi esasına göre çalışmışlardır. Sanayileşmeye yönelik bir kredi politikasının uygulanması için elverişli bir ortam hazırlanmamıştır. Çünkü, kredi sistemi sadece faiz oranlarının tespitinden ibaret sayılmış ve 1852 yılında çıkartılan Murabaha Nizamnamesinin sorunu çözebileceği düşünülmüştür. Osmanlı Bankasının merkez bankası olarak çalışması da önemli olumsuz sebeplerden birini teşkil etmiştir.
Dönemin bir diğer özelliği de kredi işlemleri (özellikle devlete borç verme) öne çıkarıldığından mevduat ve mevduat sahibine önem verilmemesidir.
2. Ulusal Bankalar Dönemi (1923 – 1933)
1923 yılına gelindiğinde 22 tanesi ulusal, 13 tanesi yabancı olmak üzere toplam 35 banka Türkiye’de faaliyet göstermekte ve bu bankaların 139 şubesi bulunmaktaydı.
1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi, bankacılık ile ilgili önemli gelişmelere yol açmıştır. Kongrede ekonomik gelişme için ulusal bankacılığın kurulması ve geliştirilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır. Alınan kararlar doğrultusunda, Atatürk’ün direktifleriyle, 26 Ağustos 1924 tarihinde, Cumhuriyet döneminin ilk özel sektör bankası olarak Türkiye İş Bankası kurulmuştur.
1923 – 1932 yılları arasındaki dönemde İş Bankası’nı takiben Türkiye Sınai ve Maadin Bankası4 ile Emlak ve Eytam Bankası5 kurulmuş ayrıca tek şubeli yerel banka sayısında artış olmuştur.
Cumhuriyet döneminde bankacılık ve dolayısıyla banka hukuku ile ilgili ilk önemli yasal metin 30 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı6 T.C. Merkez Bankası Kanunudur. Kuruluş döneminde ekonomiye milli bir yapı ve nitelik kazandırmak, para ve kredi piyasasını milli esaslara uygun olarak düzenlemek, merkez bankasının milliliği ilkesini gerçekleştirmek amacıyla bir merkez bankası kurulması hazırlıklarına 1929 yılında başlanmıştır.
T.C. Merkez Bankası, 1930 yılında 15 milyon sermayeli bir anonim ortaklık olarak kurulmuştur. Bankanın kuruluş Yasasında, istisnai görev ve yetkileri dışında özel hukuka bağlı olması kabul edilmiştir. Dönemine göre çok ileri bir anlayışı yansıtan bu sistem uyarınca, sermaye dört grup paylardan oluşmuştur: (A) grubu paylar devlete (%25), (B) grubu paylar milli bankalara, (C) grubu paylar milli bankalar dışında kalan bankalara, (D) grubu paylar ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gerçek ve tüzel kişilere aittir. T.C. Merkez Bankası’nın çeşitli görevleri arasında para ve kredi piyasasını milli esaslara göre düzenlemek de yer almaktadır.
Başlangıçta banknot çıkarılmasına ilişkin olarak getirilen sıkı sınırlamalar kısa bir süre sonra genişletilmiş, bankanın temel işlevi etkin bir para politikası yürütmekten çok kamu kesiminin finansman açığını kapatmak olmuştur.
3. Kamu Bankaları Dönemi (1933 – 1945)
1930’lu yıllarda Türkiye tarım üretiminin egemen olduğu bir ülke görünümündedir. Özel kesimin özendirilmesi ile sanayileşme stratejisi, sermaye birikiminin yetersizliği nedeniyle önemli bir sonuç vermemiştir. Bu durum, ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi için devletin sanayi yatırımlarının
gerçekleştirilmesinde daha aktif bir rol oynaması gerektiği yönünde görüşlerin ağırlık kazanmasına neden olmuştur.
Bu dönemde yaşanan dünya ekonomik krizinin de etkisiyle, sanayileşme için yeni yöntemler bulunması için çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Sonuç olarak, kamu iktisadi girişimleri tarafından gerekli yatırımların yapılması yoluyla sanayileşme stratejisi benimsenmiştir. “İktisadi Devletçilik” olarak adlandırılan bu sanayileşme stratejisinin temelinde; büyük sermaye gerektiren ve teknik bilgiye ihtiyaç gösteren yatırımların gerçekleştirilmesinde, devletin özel kesime göre daha fazla olanaklara sahip olduğu düşüncesi yatmaktadır.
İktisadi devletçilik stratejisi, bankacılık sistemini de önemli ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde, Sümerbank (1933), Belediyeler Bankası (1933), Etibank (1935), Denizbank (1937) ve Halk Bankası ve Halk Sandıkları (1938) sanayi planlarında yer alan işletmelerin kurulması, işletilmesi ve finansman ihtiyaçlarının sağlanması amacıyla, kamu tarafından, özel amaçlı banka statüsüyle kurulmuştur.
Mevduatın, özellikle tasarruf mevduatının korunması amacıyla, 30 Mayıs 1933 tarihinde 2243 sayılı Mevduatı Koruma Kanunu çıkarılmıştır. Mevduatı Koruma Kanununda, mevduatın korunması amacıyla bankaların denetlenmesi esas alınmakla birlikte, banka hissedarlarının belirlenmesi ve kredi sınırlamalarına ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Mevduatı Koruma Kanunu bankalara modern anlamda düzenleme getiren ilk yasa olarak kabul edilmektedir.
Bu yasayla mevduatın kabulü bir taraftan Maliye Bakanlığı’nın iznine bağlanmış, diğer taraftan da kabul sınırı için sermaye ile yedek akçeler toplamını göz önünde tutan bir ölçü kabul edilmiştir. Riskin dağıtılmasını sağlayabilmek için, bir bankanın, bir gerçek veya tüzel kişiye ödenmiş sermayesi ile yedek akçelerinin toplamının %10’undan fazla kredi açamayacağı ilkesi getirilmiştir. Bankaların, Maliye ve İktisat Vekaletleri tarafından birlikte tayin edilecek yeminli banka murakıpları tarafından denetlenmesi hükme bağlanmıştır. Ayrıca, mevduatı koruyucu önlemlerden biri olarak, bankalara belirli oranda kanuni karşılık ayırma zorunluluğu getirilmiştir.
1 Haziran 1936 tarihinde yürürlüğe giren 2999 sayılı Bankalar Kanunu, Mevduatı Koruma Kanununun temel ilkelerini aynen almış, ayrıca yeni hükümlere de yer vermiştir. Getirilen yenilikler arasında bankaların içyapıları ile ilgili düzenlemeler, genel müdürün yönetim kurulunun doğal üyesi olması, kredi komitesi gibi hükümler yer almaktadır.
Bu dönemde yapılacak kamu yatırımları için düşük maliyetli finansman kaynağı sağlamak amacıyla, banka mevduatlarının %15’i oranında Devlet İç Borçlanma Senetlerinden veya aynı derecede faiz getiren diğer menkul kıymetlerden munzam karşılık ayrılması zorunluğu getirilmiştir. 1942 yılında munzam karşılık oranı %20’ye yükseltilerek, ayrılacak karşılıkların tamamının Devlet İç Borçlanma senetlerine yatırılması zorunlu kılınmıştır.
4. Özel Bankalar Dönemi (1945 – 1960)
Bu dönemin en önemli özelliği; sanayileşme stratejisi olarak iktisadi devletçiliğin yerine özel sektörün desteklenmesi yoluyla ekonomik kalkınmanın hızlandırılması politikasının uygulanmaya başlanmış olmasıdır. Politika değişikliğinin başlıca nedeni, savaş yıllarında yaşanan yüksek enflasyon ve spekülasyon ortamında, tarım ve ticaret sektörlerinde varlıklı bir özel kesimin ortaya çıkması ve 1950 yılında, iktisadi liberalizm ilkesini benimsemiş Demokrat Parti’nin iktidara gelmesidir.
Özel kesimin güçlenmesi ve sanayileşme politikasında meydana gelen değişiklik etkisini bankacılık sektöründe de göstermiş olup, bu dönem, özel bankacılığın geliştiği bir dönem olmuştur[4].
Bankacılık alanında yapılan yatırımların getirisi yükselmiş ve özel bankacılık hızla önem kazanmaya başlamıştır.
Faiz oranları ve bankacılık işlemlerinden alınacak komisyon oranlarının hükümetçe belirlenmesi ve dövize dayalı işlem yapma yetkisinin sadece Merkez Bankası’nda bulunmasının da etkisiyle, şube bankacılığına ve mevduat toplamaya dayalı rekabet önem kazanmıştır. Şube bankacılığının yaygınlaşması, bölgesel nitelikli yerel bankaların tasfiye sürecini hızlandırmıştır.
Yine bu dönemde, 1936 yılından beri yürürlükte olan 2999 sayılı Bankalar Kanununun yerini, 23 Haziran 1958 tarihinde 7129 sayılı Bankalar Kanunu almıştır. Yeni yasayla Türkiye’de “bankacılık mesleğinin gelişmesi, bankalar arasında dayanışmanın sağlanması ve haksız rekabetin önlenmesi” amacıyla Türkiye Bankalar Birliği kurulmuştur.
7129 sayılı Bankalar Kanunu diğer ülke kanunlarını da göz önüne alan daha çağdaş bir Bankalar Kanunu olmasına rağmen, bir süre sonra yeterli bulunmamış ve çeşitli değişikliklere uğramıştır. 28 ve 70 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yasada bazı değişiklikler yapılmış olup, mevcut sistem çok fazla değiştirilmemiştir. Her iki düzenlemenin ortak özelliği; kredi ve yatırımlara ilişkin sınırlamaların tam olarak uygulanmasını sağlamak amacıyla, banka pay sahipliğini abartılı bir şekilde sınırlamalara tabi kılınması ve mali durumu kötüleşen bankaları kurtarmak veya sarsıntısız tasfiyeye tabi tutabilmek için zorunlu birleşmenin getirilmiş olmasıdır.
5. Planlı Dönem (1960 – 1980)
1950’lerin sonunda ekonominin içine girdiği durgunluk ve 1958 İstikrar Programı’na rağmen ekonomik dengelerin kurulamaması, daha önce uygulanan liberal ekonomi politikasının terk edilerek, kamunun ekonomik alanda müdahalesinin arttığı, karma ekonomi uygulamasına geçilmesine neden olmuştur.
Bu dönemde, ilki 1963 yılında uygulanmaya başlanan kalkınma planlarında yer alan yatırımlar, kamu iktisadi girişimleri ve özel sektör aracılığıyla gerçekleştirilerek, ithal edilen sanayi mallarının ülke içinde üretiminin sağlanmasını amaçlayan bir sanayileşme politikası izlenmiştir.
Planlı dönemde bankacılık sektörü önemli ölçüde kamu kontrolü ve etkisi altında kalmıştır. Mevduat ve kredilere uygulanacak faiz oranları, banka komisyon oranları ve kredi limitleri, izlenen ithal ikamesi politikası doğrultusunda belirlenmiş; bankaların temel işlevi kalkınma planlarında yer alan yatırımların finansmanının sağlanması olarak tanımlanmıştır.
Faiz ve döviz fiyatı değişmelerinden kaynaklanan risklerin bulunmadığı, ürün ve fiyat rekabetinin olmadığı böyle bir ortamda faaliyet gösteren özel sektör bankaları, negatif reel faizle topladıkları mevduatları artırmak amacıyla şube bankacılığına yönelmişlerdir. Mevcut bankaların yeni şube açmaları teşvik edilmiş, küçük bankaların birleştirilerek maliyetlerin azaltılmasına çalışılmıştır.
Planlı dönemde, 1950’li yıllarda kurulmuş pek çok küçük banka tasfiye edilmiş; beşi kalkınma ve ikisi ticaret olmak üzere toplam yedi banka kurulmuştur8.
Dönemin bankacılık açısından en önemli özelliği, özel ticaret bankalarının büyük bölümünün holding bankası haline gelmesidir. Bir sermaye grubunun, belirli bir bankanın sermayesinin önemli bölümüne sahip olması anlamına gelen ve dünyada da yaygın olan holding bankacılığı, yatırımları hızlandıracağı düşüncesiyle devlet tarafından teşvik edilmiştir.
Bu dönemde, Türk finans sistemi, tasarrufları özendirerek kalkınmada öncelik taşıyan alanlara yöneltecek bir yapı içinde bulunmadığından, kaynak sağlama ve bu kaynakları kalkınmanın gerektirdiği alanlara yöneltme görevi, kamu kesimi tarafından üstlenilmiştir. Kamu kesiminin kaynak sağlama ve bu tür kaynakları artırmada karşılaştığı güçlükler, kamunun Merkez Bankası kredilerine bağımlılığını artırmıştır. Merkez Bankası kredileri de büyük ölçüde emisyonla sağlanmıştır. Merkez Bankası tarafından kamuya kullandırılan kredilerin, genellikle ekonomide mal ve hizmet arzına yol açmayan, sübvansiyon biçimindeki ödemelerde kullanılması, geri dönmemesi nedeniyle para arzı giderek artmış ve büyük bir parasal genişleme (enfilasyon) yaratmıştır. Mal ve hizmet arzını aşan bu tür parasal genişleme, enflasyonun artmasındaki en önemli neden olmuştur[5].
Planlı dönemde, oldukça karmaşık bir teşvik sistemi ile bankaların açtıkları orta vadeli kredi miktarı arttırılmaya çalışılmıştır. Bankaların öncelikli sektörlerde yatırım yapan iştiraklerine kredi vermelerini özendirici düzenlemeler yapılmıştır.
6. Serbestleşme ve Dışa Açılma Dönemi (1980 – 2002),
1970’li yılların sonunda ödemeler dengesi problemleri nedeniyle yaşanan ekonomik durgunluk, yeni bir sanayileşme stratejisinin benimsenmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. 1980 yılında, iç pazara yönelik üretimin yapıldığı ithal ikameci sanayileşme stratejisi terk edilerek, piyasa ekonomisine dayalı, dışa açılmayı ve dışsatıma yönelik üretimi esas alan bir kalkınma politikası benimsenmiştir. Yeni stratejiyi desteklemek, ekonominin serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre yeniden yapılanmasını ve tasarrufların gerekli seviyeye yükseltilmesini sağlamak amacıyla, esnek döviz kuru ve pozitif reel faiz politikası uygulanmaya başlanmış, mali piyasaların serbestleşmesi ve derinleşmesine yönelik düzenlemeler yapılarak, buna uygun yeni kurumlar oluşturulmaya başlanmıştır. Bu amaçla hazırlanan 3182 sayılı Bankalar Kanunu, 2 Mayıs 1985 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Uluslararası bankacılık standartları ile denetim ve gözetim sistemi bankacılık sistemimize kazandırılmış, tek düzen hesap planı uygulaması getirilmiş, bilançolar dış denetime tabi tutulmuş, mevduat sigortası fonu ve İnterbank piyasası kurulmuştur.
Bu döneme ilişkin bazı önemli gelişmeleri şu şekilde sıralayabiliriz:
-
yılında Merkez Bankası, açık piyasa işlemlerine başlamıştır.
-
yılında döviz piyasası kurulmuştur.
-
yılında döviz işlemleri ve sermaye hareketleri serbest bırakılmıştır.
-
yılında TL’nin konvertibilitesi (diğer döviz cinslerine çevrilebilirliği) ilan edilmiştir. Yurtdışında yerleşik kişilere Türkiye’de menkul kıymet yatırımı yapma, TL ve döviz mevduatı açma izni verilmiştir.
1990 yılında, Merkez Bankası öngörülebilirliğin artması ve mali piyasalardaki belirsizliklerin azaltılmasına yönelik olarak para programını tanıtmış ve uygulamasını başlatmıştır.
1992 yılında, elektronik fon transferi (EFT) sistemine işlerlik kazandırılmıştır.
Ekonomide serbest piyasa mekanizmasının işlerlik kazanması ve mali piyasaların serbestleşmesine yönelik düzenlemelerin yapılması, bankacılık sistemi üzerinde önemli etkiler yapmıştır. Sektöre yeni yerli/yabancı bankaların girişine izin verilmesi ve mevduat/kredi faiz oranlarının serbest bırakılmasına bağlı olarak sektörde rekabet artmıştır. Artan rekabetle birlikte, klasik mevduat bankacılığı yerine, hem kaynak ve hem de plasman çeşitliliğinin arttığı daha farklı bir bankacılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu dönemde banka fonlarının büyük bir bölümü sermaye piyasası işlemleri, Devlet iç borçlanma senetleri ve hazine bonoları alımı ve döviz işlemlerinde kullanılmıştır.
Banka müşterilerine tüketici kredileri, kredi kartları, döviz tevdiat hesabı, leasing, factoring, forfaiting, swap, forward, future, option, otomatik vezne makineleri, satış noktası terminalleri gibi yeni ürün ve hizmetler sunulmuş; bilgisayar sistemleri ve diğer teknolojik yeniliklerden yararlanılması ve personel eğitimine önem verilmesi sonucu sektörde verimlilik artışı sağlanmıştır.
Döviz işlemlerinde ve sermaye hareketlerinde serbestleşmeye gidilmesi sonucu, yurtdışından borçlanma ile sağlanan fonlar, bankalar için mevduatın yanı sıra, önemi bir kaynak haline gelmiştir. Bu dönemde toptancı bankacılık yapan az şubeli küçük ve orta ölçekteki banka sayısı artmış, büyük ölçekli özel bankaların pazar paylarında ise gerilemeler olmuştur[6].
Daha önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de yüksek düzeylerde kamu sektörü finansman açıklarının yaşanması sonucu, özellikle 1989 yılından sonra ekonomide “yüksek faiz, yüksek enflasyon” dönemine girilmiştir. Hızla büyüyen bütçe açıklarının bir bölümünün Merkez Bankası finansmanıyla, önemli bir bölümünün de iç borçlanma yoluyla karşılanması mali kaynaklara olan kamu talebinin artmasına neden olmuştur. Makro dengesizliklerin giderilmesine yönelik doğru politikaların uygulamaya geçirilememesi nedeniyle belirsizlik artmış; makro ekonomide kaybolan disiplin finansal sektörünün faaliyetlerine ve denetlenmesine de yansımıştır.
Yaşanan bütün bu gelişmelere uyum sağlamak amacıyla, 25/04/1985 tarihli ve 3182 sayılı Bankalar Kanununda 512 ve 538 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler ile muhtelif değişiklikler yapılmıştır. 538 sayılı KHK'nin dayanağını oluşturan 3991 sayılı Yetki Kanununun Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ile birlikte, sözkonusu KHK’ler tartışılır hale gelmiştir.
Bu süreçte, ilgili KHK’nin tümünün iptali için Anayasa Mahkemesine yapılmış herhangi bir başvuru bulunmamakla birlikte, yasanın uygulanması ile ilgili olarak yargı mercilerinde görülmekte olan davalar sırasında, KHK’nin Anayasaya aykırılığı iddialarının Anayasa Mahkemesine intikal ettirilmesi nedeniyle, bazı maddeleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.
Sözkonusu iptal kararları, Kanunun etkin bir şekilde uygulanabilmesi açısından zafiyet yaratacak nitelik taşımaktadır. Örnek vermek gerekirse; Anayasa Mahkemesinin idari bir işlemin dava edilmesi aşamasında konunun kendisine intikal etmesi sonucu verdiği karar, mali bünyesi zayıflayan bankaların TMSF’na devrine olanak sağlayan yasanın 65.maddesinin uygulama olanağını ortadan kaldırmıştır.
3182 sayılı Bankalar Kanununun birçok önemli maddesini değiştirmiş olan 538 sayılı KHK’nin yürürlükte bulunan maddelerinin de benzeri şekilde iptal edilmesi durumunda ortaya çıkacak boşluğun, bankacılık sisteminde ciddi ve çözülmesi zor sorunlar yaratması kaçınılmaz olmuştur. Bu çerçevede, bankacılık sektörünün düzenlenmesi hususunda ortaya çıkan sorunun çözümlenmesi için yeni bir yasanın yapılması zorunlu hale gelmiştir[7].
Genel gerekçesinde yasanın amacı şu şekilde belirtilmiştir:
“ Tasarrufların korunması ve mevduatın etkin ve verimli bir şekilde kullanılması, mali sektörde ortaya çıkabilecek olumsuzlukların önlenmesi için, ülkeden ülkeye farklılık, arz etmekle birlikte, kanun koyucu bankalara ilişkin mevzuat ile tasarrufları koruyucu önlemler getirmekte ve birer güven ve itibar müessesesi olarak kurulan bankaların likidite, emniyet ve rantabilite ilkeleri çerçevesinde faaliyet göstermelerini ve etkin bir şekilde denetlenmelerini sağlayacak düzenlemeler yapmaktadır.
Nitekim son yıllarda Avrupa Birliği, OECD gibi uluslararası kuruluşlar nezdinde, bankaların faaliyet ve denetimlerine ilişkin uygulamaların bağımsız kurumlar tarafından yürütülmesi, banka sahipliğinin ve yönetiminin kontrol altında tutulması ve bankaların denetim ve gözetimlerinin daha etkin, geniş boyutlu ve işlevsel bir şekilde yapılması esasları benimsenmiş ve bu suretle bankaların denetim ve gözetimlerinin daha etkin, geniş boyutlu ve işlevsel bir şekilde yapılması esasları benimsenmiş ve bu suretle bankaların disiplin altına alınması amaç edinilmiştir.
Bankalar Kanunu da temelde bu amaçlara yönelik düzenlemeler getirmektedir. Tasarı ile getirilen düzenlemelere geçmeden önce, düzenleme ihtiyacını doğuran nedenlere kısaca değinmekte yarar bulunmaktadır.
Bankaların etkin bir şekilde gözetim ve denetiminin ana şartlarından birinin denetim otoritesinin bağımsız karar alma yetkisine sahip bir statüde bulunması olduğu bilinmektedir. Bundan ötürüdür ki Kara Avrupa’sında önceleri bakanlık veya merkez bankalarına ait olan denetim yetkisi zamanla genel idare dışında oluşturulan özerk kuruluşlara devredilmiştir. Geçtiğimiz yıl İngiltere'de “Financial Services Authority” nin oluşturulması bu yaklaşımın en son örneğidir. Ülkemizde de Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ve buna ilişkin yıllık programlarda denetim ve gözetim sisteminin etkinliğinin artırılması ve bu amaçla bağımsız karar mekanizmalarına kavuşturulması öngörülmüş bulunmaktadır.
Diğer taraftan, bankacılık sistemimizin uluslararası piyasalarla bütünleştirilmesi esastır. Bunun sağlanabilmesi için bankalara ilişkin düzenlemelerin Avrupa Birliği ve uluslararası standartlara intibak ettirilmesi gerekmektedir.
Yukarıda özet olarak belirtilen ihtiyaçları gidermek amacıyla hazırlanmış olan 4389 sayılı Kanun ile bankaların kuruluşu, yönetimi, çalışma esasları, devir, birleşme ve tasfiyeleri ile denetimleri, gerek uygulamada karşılaşılan sorunlar gerekse uluslararası alandaki gelişmeler dikkate alınmak suretiyle yeniden düzenlenmiştir.”
Bu amaçla hazırlanan 4389 sayılı Bankalar Kanunu, 23 Haziran 1999 tarihinde Resmi Gazete yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanun tekniği açısından çok da başarılı olmayan bu yasa, eski yasada 98 madde olarak düzenlenmiş olan yapıyı 25 maddede çözümlemeye çalışmıştır.
4389 sayılı Bankalar Kanunu ile getirilen önemli bazı değişiklikler şunlardır:
-
4389 sayılı yasa, bir tepki yasasıdır. Özellikle, daha önceki dönemde karşılaşılan sorunlar ve bunlara ilişkin idarenin tutumu üzerine, bankaların yeni bir denetim mekanizmasına bağlanması gerekliliği temel fikrinden hareket edilmiştir.
-
Bankaların denetim ve düzenleme işlevi, 3182 sayılı yasada Hazine Müsteşarlığı ve Müsteşarlığın bağlı olduğu Bakanlığa verilmiş iken, 4389 sayılı yasa ile yeni ve özerk bir kurum olan “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu” na (BDDK) devredilmiştir. BDDK ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) kuruluş işlemleri Ağustos 2000 tarihinde tamamlanmıştır.
-
Özel sermayeli bankalar ile kamu sermayeli bankalar arasında rekabet eşitliğini bozan düzenlemeler kaldırılmıştır.
-
Kredi tanımı Avrupa Birliği düzenlemelerine yakınlaştırılmıştır. İlk defa büyük kredi tanımı getirilmiş, dolaylı kredi ilişkisi yeniden düzenlenmiş ve kredi özkaynak ilişkisi daha da daraltılmıştır.
-
Risk yönetimi ve konsolide bazda bilanço hazırlanmasını zorunlu hale getiren düzenlemeler ilk defa bu yasada yer almıştır.
-
Bir bankanın mali bünyesinin zayıflaması durumunda denetim kurumunun hareket kabiliyeti artırılmış, mali bünyenin güçlendirilmesini sağlayacak veya bankanın faaliyeti ile ilgili olarak alınacak tedbirlere ilişkin kararlar daha objektif kriterlere dayandırılmış ve karar sürecini hızlandıran değişiklikler yapılmıştır.
-
Ortakların ve yöneticilerin şahsi sorumlulukları artırılmış, mevzuata aykırı davranışlara ilk kez idari ceza sistemi getirilmiş, adli cezalar ise önemli ölçüde artırılmıştır.
Bu düzenlemeler sonucu, bankacılık mevzuatı uluslararası düzenlemelere ve özellikle Avrupa Birliği direktiflerine önemli ölçüde yakınlaştırılmıştır.
7. Yeniden Yapılandırma Dönemi (2002 – 2007)
Nisan 2001’de ekonominin dış şoklara direncinin artırılmasını, enflasyonun düşürülmesini, kamu borçlarının azaltılmasını, mali disiplinin sağlanmasını, yapısal reformların tamamlanmasını ve bankacılık sisteminin güçlendirilmesini hedefleyen “güçlü ekonomiye geçiş programı”, uygulamaya başlanmış olup, 2002 yılının başında program revize edilmiştir. Programın temel prensiplerinin kararlılıkla uygulanması, siyasi istikrar ve dünya ekonomisindeki konjonktürün de yardımıyla, ekonomide ve bankacılık sisteminde olumlu yönde gelişmeler olmuştur.
Merkez Bankası Kanununda yapılan değişiklikle, Bankanın görevinin fiyat istikrarı olduğu açıkça tanımlanmış, Bankaya araç bağımsızlığı sağlanmış ve Para Politikası Kurulu oluşturulmuştur.
Kamu bankaları yeniden yapılandırılmış, ortak bir yönetim altına alınmıştır. Kamu bankalarındaki görev zararları Devlet iç borçlanma senetleri karşılığı tasfiye edilerek, bankaların mali bünyeleri güçlendirilmiştir.
Bankacılık Sektörünün Yeniden Yapılandırılmasının Maliyeti
Bankacılık sektörünün takipteki alacaklarının bir kısmı için “Finansal Yeniden Yapılandırma
Programı” (FYYP - İstanbul Yaklaşımı) uygulanmıştır. Yeniden yapılandırma programına alınan 322 firma ile yeniden yapılandırma sözleşmesi imzalanmış olup, yapılandırılan borç tutarı 6,02 milyar dolar civarındadır13.
Bankacılık sisteminde yeniden yapılandırmanın temel unsurlarından birisi de düzenleme ve denetim sisteminin iyileştirilmesi, risk alma ve yönetme sürecinin ve yönteminin değişmesi ve kurumsal altyapının güçlendirilmesi yönünde yasal ve kurumsal düzenlemelerin yapılması olmuştur.
-
yılında başlatılan reformlarda bağımsız banka gözetim ve denetim sisteminin oluşturulması esas alınmıştır.
-
yılında faaliyete başlayan BDDK tarafından yapılan düzenlemeler ile bankacılık mevzuatı uluslararası düzenlemelere, tavsiyelere ve özellikle AB direktiflerine önemli ölçüde yaklaştırılmıştır. Banka bilançolarında şeffaflığın artırılması, uluslararası muhasebe standartlarına
uyum, banka mali bünyelerinin güçlendirilmesinin yanı sıra risk tanımı ve yönetim yapısında da uluslararası uygulamaları dikkate alarak düzenlemeler yapılmıştır.
Bankaların kullandırdıkları kredilerde risk yoğunlaşmalarının önlenmesi için bir gruba kullandırılacak kredilerin hesabında doğrudan ve dolaylı kredilerin birlikte dikkate alınması yönünde yapılan düzenlemelerle, banka kaynaklarının belirli gruplar üzerinde yoğunlaşmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
Bankaların mali kurumlar dışındaki kurumlara iştiraki, özkaynakların %15’i, toplam iştirak miktarı ise banka özkaynaklarının %60’ı ile sınırlandırılmıştır.
Ayrıca, bankaların yabancı para pozisyon risklerinin etkin olarak takibi için yabancı para pozisyonlarının da konsolide esasa göre hesaplanması yükümlülüğü getirilmiştir.
Karşılıklar için yapılan yeni düzenleme ile kredi alacaklarının geri dönebilirlik ve teminat özelliklerine göre beş ayrı kategoride sınıflandırılması esası getirilmiştir.
GÜNÜMÜZ TÜRK BANKACILIĞI
Türk Bankacılık Sektöründe faaliyet gösteren banka sayısı, 2000 - 2001 yıllarında yaşanan finansal krizle birlikte giderek azalmış, Aralık 2008 itibarıyla 49’a inmiştir
Toplam krediler 350 milyar TL’ye ulaşmıştır:
Toplam Mevduat ise 445 milyar TL’ye ulaşmıştır:
Yukarıda yer alan tablolardan da anlaşılacağı üzere, 1998 – 2008 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde banka sayısındaki azalmaya rağmen, bankacılık sektörünün bilançosu yaklaşık 5 kat büyümüştür.
Bankacılığın operasyonel göstergeleri ise şu şekilde gerçekleşmiştir.
Operasyonel Göstergeler
Türk bankacılık sisteminde yer alan bankaların sermaye yapısının analizinde ise; Haziran 2009 itibariyle toplam aktifin %28,5’inin kamu, %32,3’ünün özel, %39,5 yabancı (%19,9 doğrudan, %19,6’sının ise borsa üzerinden) hissedarlara ait olduğu görülmektedir16.
Karşılaştırma yapabilmek amacıyla, Amerika Birleşik Devletleri bankacılık sistemine ilişkin bazı temel göstergeler aşağıdaki tabloda yer almaktadır
ABD bankacılık sigorta fonu olan “FDIC” tarafından 2008 sonu itibariyle yayınlanan rapora göre; problemli banka sayısı 416, bu bankaların aktif toplamı ise 299 milyar US Dolardır.





